www.pusatsiz.blogspot.com

8 Şubat 2009 Pazar

Dünya Lideri!

“Propaganda öyle bir sanattır ki, insan başkasının ayağına basarken kendisi ‘ah’ der.”
Bob Hope

“Bizi deliğe süpürmeyin, kullanmaya bakın.”
2006,
Tayyip Erdoğan’ın Başdanışmanı Cüneyd Zapsu,
ABD’de yaptığı bir konuşmada


Yeni gündemimiz "One Minute"! Aslan parçası başbakanımız Davos'ta böyle kükredi ya İsrail Cumhurbaşkanı Peres'e. Hemen televizyonlar altyazı geçti: Başbakanımız gece 2’de havaalanında olacak. Belediye, başbakanımızı karşılamaya gidecekler için metrobüsü ücretsiz yaptı! Tabii parti teşkilatı da boş durmadı ve Erdoğan gece yarısı müthiş bir kalabalıkla karşılandı. “One minute” nidâları yeri göğü sardı.

İzliyorum: O karşılama törenine gelen amcalardan biri... Böyle sakallı, nur yüzlü, gözleri yaşlı haykırıyor: Osmanlı'nın doğuşunu görmeye geldim!" diyor, nası bir saflık, nası bir heyecan, göreceksin... (Azeri Türklerinin şâiri Mirza Alekber Sabir’in “Gorkirem” derken neyi kastettiğinden şimdiye kadar emin olamamıştım. Bugün çok iyi anlıyorum.)

Başbakan’ın BOP Eşbaşkanlığı, ABD’nin Irak’a girmesine ve 1 milyon Müslüman’ı öldürmesine destek vermesi –ve hattâ ABD gazetelerine ilân verip kahraman ABD askerlerinin sağ salim evlerine dönebilmesi için duâlar ettiğini bildirmesi-
[1], Yahudi lobilerinden aldığı Davut Boynuzu[2] mu? Boşversene canım Allaasen…

Bir de “Dünya Lideri” oldu ya koçum aslanım. Ne kadar kolaymış değil mi Dünya lideri olmak? Ama olabilir tabii, saygı duymak gerek, demokrasi var artık yurdumuzda. Dünyası küçük, sahiden çok küçük olanların lideri olabilir mesela Erdoğan. Ama daha önce de bahsetmiştim ya; cam bina, iş merkezi, ofis kızlarının popolarından bile daha küçüktür bunların dünyaları. Bir de dünyanın bir öküzün iki boynuzu arasında durduğunu sananlar vardı, onlarla da bir alaka kurarım biraz uğraşsam ama anlamazlar, başbakana öküz dedim sanırlar da dava açarlar, anamı ağlatırlar valla, sustum.

Acaba diyorum -Sayın Dünya Lideri Başbakanımızın BOP Eşbaşkanlığı’ndan caydığını hâlâ açıklamamasından da cesaret alarak- ABD ve İsrail, Tayyip’i yeniden yaldızlıyorlar mı? Gözünden boncuk boncuk yaşlar akarak havaalanına Fatih Sultan Mehmet’i görmeye geldiğini sanan gariban amcam bilmez ama bu dünyayı yöneten ecnebilerin ciddî bir silâhları var: PR ve Marketing. “Halkla İlişkiler” ve “Reklâmcılık” diye çeviriyoruz biz bunları Türkçe’ye. Dünya’yı silâhtan çok bunlarla yönetiyor bu ecnebiler. Bu sâyede hiç de ihtiyâcı olmayan şeylere elindeki avucundakini dökebiliyor meselâ senin torunlar amca. Her yıl yeni telefon satıyorlar ya senin oğlana, ya da IPOD, ya da Play Station. İnsanları hem köpek gibi çalıştırıp, hem de kazandıkları bu parayı hiç de ihtiyacı olmayan şeylere harcatıyorlar ya, işte ona “PR” deniyor, “marketing” deniyor. Ecnebîler bunu sadece ticârette kullanmıyorlar işte. Politikada da kullanıyorlar. Öyle ki; işgalcilerin silâhlı kuvvetleri girmeden önce silâhsız kuvvetleri o ülkeyi fethetmiş oluyorlar bile. Hani Mehmet Akif diyordu ya; “Girmeden bir millete tefrika, düşman giremez!” diye. Irak’a ABD askerlerinin girişini Irak’ın dört bir yanında kutlayanları hatırlarsın. Bak meselâ koca ABD’nin başına kara oğlanın birini getirdiler. Hemen inandın, Amerikan düşmanlığın zayıfladı di mi? Hatta sevindin bile. Ama değil işte. O kara oğlan, senden benden beyaz aslında. Zamanla göreceksin sen de. Ama tabii iş işten geçtikten sonra.

Neyse, sözün özü artık bu adamlar sömürgelerinin duygularına da önem veriyorlar ve ellerini kollarını sıkı sıkı bağlayarak tecâvüz etmiyorlar. Kulaklarına tatlı sevgi sözcükleri fısıldayarak, kandırarak, gönlünü ederek geçiyorlar kurbanlarının ırzına. Hem daha masrafsız oluyor böyle, hem de zevk meselesi herhalde.

Bak bizim oğlan da hâlâ BOP Eşbaşkanlığından vazgeçmedi. BOP dediğin meret, ABD ve İsrail’in projesi değil mi? Bu adamı sen o kadar sevdin ki, şimdi de diğer gariban, senin gibi saf Ortadoğu halklarına pazarlamaya çalışıyorlar. Pazarlama dedim diye alınma. PR ve Marketing’in terimlerinden biri olarak kullanıyorum. Senin oğlan da demişti ya bir ara “Ben ülkemi âdetâ pazarlamakla mükellefim” diye. Bak onun bu işlere kafası basıyor artık, senin gibi hassas düşünmüyor, “Vatan pazarlanır mı ulan?” demiyor. İşletmeci jargonuyla düşünür, öyle konuşur oldu aslan parçası.

Tayyip gerçekten geçmişten kalan saf, İslâmcı hisleriyle böyle bir çıkışta bulunmuş olabilir mi? Çok çok düşük bir ihtimâl. Öyle olsa o saflığı, temizliği, emperyalistlere karşı çıkma duygusunu bir kez olsun geçtiğimiz 6 yıl içerisinde de görmemiz gerekirdi. Dile kolay; 6 yıl… Peki, güç kaybettiğini görerek yerel seçim öncesi kendi tabanına oynamış olabilir mi? Diğeri kadar değil ama bence bu da küçük bir ihtimâl. Çünki Allah’tan korkar gibi korkar bu adam ABD’den, İsrail’den. Bizim çokbilmiş çakma aydınlarımızdan hiçbirinin diline gelmeyen geliyor benim aklıma. ABD, Tayyip’i BOP’un liderliğine hazırlıyor. Arada bir İsrail’le Hacivat–Karagöz gibi oynatacaklar ama sonuçta berâber verkaçlarla ilerleyecekler Ortadoğu topraklarında.

Bu şovun dünya konjonktüründe bundan başka bir önemi de olamaz. Yani senin “van minit”inden anca sitcom'lara 3. sınıf espri, sana da seçim vitamini olur Bay Dünya Lideri.

-Çok güzel hareket diyeeenn?
____________________
[1] Tayyip Erdoğan’ın 2004 Yılbaşı mesajı olarak New York Times gazetesinde “Türkiye’den Mesaj Var” başlığıyla yayımlanan mektubundan bir bölüm
[2] Amerikan Musevi Komitesi (ADL) tarafından verilen “Yahudi Cesaret Ödülü”. Başbakanımız, Ocak 2004’teki ABD ziyâretinde bu ödülü alarak bütün İslâm dünyası içerisinde bu ödülü alan ilk tek devlet başkanı olma unvanını da aldı. Fotoğrafı sayfamızın en üzerinde. Tekrardan kutlayalım.

8 Ocak 2009 Perşembe

TRT Şeş; kimlere düşeş?

“Milliyetin çok bariz vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.”
Mustafa Kemal Atatürk, 1930

“İnancım şu ki söylediklerime bugün kızanlar, 5 ya da 10 yıl sonra bunu gerçekleştirecek ve uygulayacaklar.”
Leyla Zana, 2007

"Bu halkın dilini, kültürünü ve kimliğini kabul etmeyenler, 20 yıldır verilen mücadele sonucu bunu kabul ettiler. Yakında bu toprakların da adını kabullenecekler."
Diyarbakır Bld. Bşk. Osman Baydemir, 2009

Geçtiğimiz aylarda ülkemizin başbakanı Almanya'ya bir ziyaret gerçekleştirmiş ve Almanya Başbakanı Merkel'le birlikte Berlin'de Türk öğrencilerin de katıldığı bir de toplantı gerçekleştirmişti. Almanya'da Türkler'in evlerinin yeniden kundaklanmaya başlandığı, barbarlıkları, medeniyetsizlikleri nedeniyle AB'ye lâyık görülmeyen Türkler'in Avrupa medeniyetinin göbeğinde diri diri yakıldığı günlerdi. İki lider basına da açık toplantıda gençlerle "uyum ve önyargı" konusunda karşılıklı konuştular.

Merkel, Türkler'in Almanlar tarafından yakılmalarının suçunu Türkler'de bulmuş olacak ki ikide bir bizimkileri sıkıştırıyor, "entegre olmalarını" istiyordu. İlk önce gençlere "Alman arkadaşınız var mı" diye sordu, pek tabii tamamı olumlu yanıt verdi. Bu kez "Alman gazeteleri okuyor musunuz" diye sordu, yine Türkler'in büyük kısmından evet yanıtını alınca hızını alamadı ve bu kez de "Türkler'le aranızda Almanca konuşuyor musunuz" diye sordu. Ona aldığı yanıtlardan pek memnun kalmayınca da Türkler'in kendi aralarında da Almanca konuşmalarını "rica etti". Korkarım o soruya da olumlu yanıt alsaydı bu kez evlerinde Alman besleyip beslemediklerini soracak, en az 1 adet Alman beslemelerini öğütleyecekti. Neyse ki bizimkilerin aralarında Almanca konuşmadıkları için yakıldıkları ortaya çıktı da hanımefendinin soruları bitti.

Bizim başbakan da Merkel'i onayladı durdu. Bir entegre sözcüğü tutturdu gitti o da. Sonra da "Entegrasyona evet, asimilasyona hayır" diye sloganını bile geliştirdi. Türkler kendi aralarında bile Almanca konuşacaklar, çocuk annesine “mama” ya da “mutter” diyecek, ama asimile olmayacak, entegre olacak!...

Aynı Erdoğan Almanya'dan geldiği hafta, bütün gün kürtçe yayın yapacak bir kanalın açılması için TRT'ye talimat verdi! Güler misin, ağlar mısın? Almanya’da Türkler’in “entegre” olmasını isteyen, kendi aralarında bile Almanca konuşmalarını isteyen Tayyip, iş Türkiye’deki Kürtler’e gelince, onların diline öyle bir sahip çıkıyor ki 24 saat Kürtçe yayın yapacak devlet televizyonu açtırıyor. Aynı Tayyip 2002’de TRT’nin Kürtçe yayın yapmasının devletin üniter yapısını tehlikeye sokacağını söylerken bugün bunları söyleyenlere veriyor veriştiriyor.

AKP’nin Cumhurbaşkanı da boş durur mu? O da destek vermiş ve içinde çok sayıda demokrasi sözcüğü içeren cümleler zırvalamış yine konu hakkında. Evet, daha 5 yıl önce Dışişleri Bakanı iken, “kürtçe yayının devlet eliyle yapılmasının farkına varmadan ikinci bir resmi dil koyacağını” söyleyen AKP’nin Gül’ü.

TRT 1’deki bir açık oturumda duydum ben kanalın açılma vaktinin geldiğini. AKP’den belediye başkanlığı için teklif alacak kadar tarafsız bir gazeteci; Tayfun Talipoğlu yönetiyor programı. Muhterem, geçenlerde çocuk tecavüzcüsü yazarlarını savunmasıyla ünlü dîni bütün bir gazeteye verdiği röportajda da AKP’nin dışlananların, ezilenlerin partisi olduğunu söylemişti. (Bir de Sinan Çetin var böyle AKP’ye yağ yaktıkça, “devlet içinde yerleşmiş statükocu zihniyet”ten bahsettikçe, Atatürk devrimlerine saldırdıkça AKP’den pâye alan, başka kanallara satamadığı 3. sınıf dizilerini bile büyük paralara TRT’ye yediren)

Neyse, programa dönersek her konuktan altın değerinde birer söz not aldım ben. Fetullah gazetelerinin yazarları ağırlıktaydı programda. Türk basınında son yıllarda âdet olduğu üzere bütün konuklar da aynı görüşleri savunuyordu, hiçbir karşıt görüş yoktu, karşı düşüncelere yer yoktu. “Körler sağırlar birbirini ağırlar” şeklinde geçen programın en büyük tartışması “Kürtçe kanalda haber olsun mu, olmasın mı” diyeydi. Konuşanlardan biri haber olursa devletin kendi ideolojisini dayatacağından, bunun da bölge halkı tarafından hoş karşılanmayacağından bahsederek “Bu kanalda haber olmasın. Sadece kültürel yayınlar olsun. Kürtler haberleri hangi saatte, nerede seyredeceklerini biliyorlar, haberlerini seyreder, sonra tekrar açarlar TRT Şeş’i” dedi. Acı acı güldüm. Bizim Tayyip’e sevdalı gariban Türkler’in yine de bir avuntusu vardı; “Bu seçim yatırımıdır” diye. Konuşmacılardan biri “Seçim yatırımı olsun isterse, ben memnunum. Hatta inşallah bir sonraki seçimlerin yatırımı da kürtçe eğitim olur” dedi, Leyla Zana’nın geçen seçim öncesi sözlerini hatırladım. Başka bir tanesi de Türkiye’de yıllarca Kürtler’e ve Kürtçe’ye üvey evlât muamelesi yapıldığını anlattıktan sonra sırıtarak “TRT Şeş’te Türkçe'ye, Türk diline de önem vermek gerek. Yanında Kürtçe'ye çeviren bir tercüman olsa da Türkçe konuşabilmeli birileri haftada 1-2 saat falan” diyerek lütufta bulundu sağolsun.

Talipoğlu’nun programdaki üslûbu da ilginçti. Bu projenin başındaki kişilerden biri ya da iktidarın bir bakanı gibiydi. Konuşmacılara sık sık müdahale etti “Kısa sürelik bir şey değil, bu hep olacak” dedi, “Tabii ki bu bir devlet politikası” diye teminat verdi, “Bu bir insani hak olarak veriliyor. Bu kanal Kürt sorununu çözmek için değil, öyle bi şüpheniz olmasın” bile dedi. Sırf bu son söz üzerine bile ayrıca bir makale yazılabilir ama neyse, yorumu okuyucuya bırakalım.

Ayrıca ben de “TRT Altı” diye okuyordum ama meğerse “TRT Şeş”miş kanalın adı. Biz Türkler de böyle bahsedecek, Kürtçesini okuyacakmışız. Maşallah... Bir de neden “TRT 6” oluyor adı, orasını da bir türlü çözemedim gitti. TRT 1, 2, 3, 4’ten sonra TRT’nin yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza ve Avrupa’ya yönelik TRT İNT ve son olarak kurulan Türk Dünyası’na yönelik TRT TÜRK kanalları var. O zaman yeni kanalın adının TRT 7 olması gerekmez mi? Yoksa TRT Türk’ü, adı Türk diye adamdan mı saymıyor bizimkiler?

Bir de bizimkilerin en komik savunması Kürtçe yayınla Kürtler’i kazanma ve “entegre etme” plânı. Çok zeki ya bizim arkadaşlar, kimsenin akıl edemediği bir şeyi akıl etmişler de nasıl heyecanlılar göreceksiniz. “Şş ses etme, uyandırma herifleri” diyecekler biraz daha üstelesek. Seçim yatırımı diye, taktik diye, Kopenhag kriteri diye, şu diye bu diye Kürtler’e her gelen bir şeyler veriyor, ama sonra hiçbiri geri alınamıyor ve adamlar pazarlığa hep bir adım önde başlıyorlar, ellerindeki listeden bir sonraki maddeye geçiyorlar.

Kürtler’in zaferinden sonra Çerkesler soluğu Çankaya’da aldılar. Sırada Arnavutlar, Boşnaklar, Gürcüler, Lazlar olsa gerek... Bakalım onlara ne cevap verecek bizim çokbilmiş siyaset dehâları? Bakalım PKK’nın kuyruğu Baydemir kadar dik durup doğruları söyleyebilecekler mi? 15 bin kelle (Bizim şehit dediğimize onlar böyle diyorlar) getirin, alın televizyonu diyebilecekler mi?

Maalesef her isteklerinin bu şekilde gerçekleştirilmesi, teröre bulaşmalarının karşılığında ceza değil ödül verilmesi ile Türkiye’de Kürtler yıllardır şımartıla şımartıla artık karşılarında durulamaz bir hâle getirildiler. Yarın da kürtçe eğitim için sokaklara döküldüklerinde “Yok artık!” diyebilecek misiniz? Geçtiğimiz aylarda DTP'liler bunun için de bir eylem yaptılar. Okulların önünde seyyar sınıflar açarak çocuklara kürtçe eğitimi verdiler, kürtçe kitaplar dağıttılar ve kara tahtaya kürtçe özgürlük (azadlık) ve “ana dilde eğitim hakkımı istiyorum” gibisinden teraneler yazdırmışlardı. Devletin okullarının önünde seyyar sınıflar açarak, polisimizin nezaretinde devlete nanik yapmışlardı.

Yüksek Seçim Kurulu’nun da Kürtçe seçim propagandasının yasak olduğunu hatırlatmasıyla mızmızlanmalar başladı zaten. Uçurumun kenarına kadar gelmişken, ölüme birkaç adım kalmışken, geri adımlar atmayı sürdürecek misiniz? Devletin vazifesi resmi dilini bilmeyen vatandaşlarına öğretmek değil midir? Ama bizimkiler maşallah azınlık kültürünü taşıyanlarda kuvvetlendirmek, taşımayanlarda ise yaratmak için olağanüstü bir çaba gösteriyor. Bu coğrafyada etnik siyasetle bu kadar oynanır mı? Sonra bunun sonuçlarına katlanabilecek misiniz? O omurga var mı sizde?

Arka kapısından, bacasından, penceresinden ya da su giderinden falan, herhangi bir yerinden girmek için kırk takla attığınız, zenneler gibi gerdan kırdığınız Avrupa’nın merkezinde Brüksel’de neyin kavgası var, haberiniz var mı? Belçika’yı oluşturan iki halk Valonlar ve Flamanlar artık birbirleriyle geçinemiyorlar, araya kim girerse girsin birbirlerine “entegre” edemiyor bu iki halkı. Belçika Kralı artık halkı eskisi gibi “Valonlar ve Flamanlar” diye değil, “Bayanlar ve baylar” ifadesiyle selamlıyor. Bölünmekten ödleri kopuyor. Hepsinde bir Sevr paranoyası (!) başlamış ki, sormayın gitsin!

Biz ne yapıyoruz bu sırada? Başbakanımız çıkıyor, Kürtçe konuşarak Kürtçe kanal açıyor. PKK’nın kuyruğu DTP’li vekilleri de açılışına çağırıyor. Badem bıyıklı YÖK Başkanı da üniversitelerde “Kürt Dili ve Edebiyatı” bölümünün açılacağı müjdesini (!) veriyor. (Yeri gelmişken hatırlatalım; yükselen milliyetçi-ulusalcı dalganın liderliğine soyunan Tuncay Özkan da, iktidara gelirse Kürdoloji Enstitüleri kurmayı ve Kuzey Irak’taki Kürtler’e de T.C. kimliği dağıtmayı, onlara da Türkiye’de oy hakkı vermeyi vaad etmişti)

AKP’li vekiller Kürtçe uzun havalarla TRT Şeş’te mest oladursunlar, bizim son sözümüz Nihâvend makâmında:

"Kimseye etmem şikâyet,
Ağlarım ben halime.
Titrerim mücrim gibi ah...
Baktıkça istikbalime."

26 Aralık 2008 Cuma

Asıl biz özür dileriz!


"1915'te Osmanlı Ermenileri'nin maruz kaldığı Büyük Felâket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor.

Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum."

Israrla aydın olduğunu iddia eden ve milletten olmasa da basından yine ısrarla kabûl gören zevatın son yediği nane de bu... 2-3 hafta kadar önce bu tarz kampanyaların lansmanını yapmakta uzman olan NTV'nin ufak ufak hazırlık haberlerini vererek ortamını hazırladığı bildiri geçenlerde yayınlanmış.

Bu sefer de Ermeniler’den özür diliyormuş bizimkiler. Daha dün "Hepimiz ermeniyiz" diye çıkmıştınız, bugün Türk olup Ermeniler'den özür diliyorsunuz. Bi yerinizde durun, bi rahat olun, oranız buranız bi oynamasın be kardeşim!

Bildirideki imzaların bir kısmı zaten bu tarz işlerin olmazsa olmazları: Baskın Oran'lar, Halil Berktay'lar, Murat Belge'ler, Ali Bayramoğlu'lar, Cengiz Çandar'lar... Bunlar için söyleyecek sözümüz kalmadı bizim. Ancak daha renkli kişilikler de var bu bildiriye imza koyanlar arasında bu sefer.

Misal; AKP'nin yeni anayasamızı yapmakla görevlendirdiği Atilla Yayla. Muhterem, sivil ve renksiz bir anayasadan bahsediyordu. Kendisi hiç de renksiz değilmiş meğerse. Bakın, o da "ermeni" çıktı. "Hepimiz ermeniyiz" diyenler bir etnik kimlik beyanında bulunmadıklarını söylüyorlardı. Evet, kanca içlerinden önemli bir kısmı "ermeni" değildi gerçekten. Zaman geçtikçe görüyoruz ki "ermeni" tabiri artık bir milletten daha çok şey ifade ediyor, Dünya'nın her yerinde, özellikle de Türkiye'de Türk düşmanlığı yapanlara verilen ortak bir ad oldu bu. Kürt olabilirsiniz, ya da Çerkes, ya da Fransız, hatta belki de Faroe Adaları vatandaşı olabilirsiniz. Ama Türkiye'de Türk milletine düşmanlık edecek, tarihine, kültürüne dil uzatacaksanız üst kimliğiniz "ermeni" olacak. Müthiş bir sembolik değeri var, ben de çözemedim nedenini...

Cem Özdemir de varmış listede. Geçenlerde bir konuşmasını dinlemiştim de, beyefendi hakkında yazmak da bugüne nasipmiş. Kendisi Alman'dır. Tarihin tek tescilli soykırımını yapan milletin vekilidir de aynı zamanda. Ermenileri de mi bu Hitler'in itleri doğradı ki? Cem, Almanya'ya göç etmiş bir Türkiyeli (etnik kökenini bilemem, Türk demek gelmedi içimden) ailenin çocuğu. Almanya'da siyaset yapıyor ve ülkesini (yani Almanya'yı) Avrupa Parlamentosu'nda temsil ediyor 2000'lerin başından beri. O zamanlar bizim basınımız "Avrupalı Türk" diye örnek gösterirdi bu Cem'i, Türkiye için destek beklerlerdi. Kendisini yıllar sonra Ergenekon tertibinden tutuklanan milliyetçiler-ulusalcılar için "Beğenmedikleri AB'nin çıkarttırdığı yasalar sayesinde idamla yargılanmayacaklar. Şükretsinler bize" kabilinden sözler ederken görmüştüm. Aynı Cem, daha sonra AKP'ye açılan kapatma davasını duyunca vermişti azarı Türkiye'sine de, yargısına da, bürokrasisine de... Öyle ki, Avrupalı terbiyesini (!) bozacak da başlayacak küfre diye çok korkmuştum.

Aynı Cem'e haberlerde denk geldim yine geçenlerde. Alman Yeşiller Partisi bizimkini Eşbaşkan yapmış, nasıl mutluydu kerata görecektiniz (Beğenmediğim AB'ye burada şükrediyorum ki; onların sağladığı düşünce özgürlüğü kapsamında Cem'e kerata diyebilme özgürlüğüm var, oh ne iyi). Sonra haberleri sunan güzel spiker bizimkiyle ufak bir röportaj yaptı. Spiker kız heyecanlı heyecanlı bir Türk'ün Almanya'da böyle bir makâma gelebilmesinden duyduğumuz sevinci anlatıyordu ki Cem bombayı patlattı: "Bir Türk olarak seçilmedim, ben Alman'ım!" ("Hay ağzını öpeyim be Cem, biz de seni Türk sanıyorduk da içten içe nasıl utanıyorduk bilemezsin. İşte asıl şimdi göğsümüzü kabarttın, sağol, vârol!" diyorum içimden) Cem bu sırada anlatıyor da anlatıyor Almanlığını. Sonra kız Cem'e muhaliflerinin kendisini Türk olduğu için eleştirdiğinden bahsedince Cem alıyor sazı eline: "Ben başka bir kültürde yetiştim. Ben Mevlâna'ların, Yunus Emre'lerin, Hacı Bektaş'ların kültüründen geliyorum, onlara cevap bile vermem!" Söylemedi demeyin, bu çocukta büyük cevher var. 10 yıla kalmaz, Almanya'nın Tayyip'i olmazsa gelin suratıma tükürün! Ha, Dünya'nın tek tescilli soykırımını yapmış milletin hem vekili, hem de en büyük partilerinden birinin başkanı ya artık, soykırım işinden de iyi anlar. Yaptınız diyorsa yapmışızdır, bilip bilmeden üstelemeyin, işin pîri konuşuyor.

Dedesini ermenilerin katlettiği Hasan Cemal'in listede bulunmasıyla ilgili de ironik mi desek, trajikomik mi? Neyse, en iyisi acı acı gülelim ve geçelim...

Kronik aydın ihaneti rahatsızlığımızın yine nüksettiği, yabancılardan ödül almak için Türk milletine sövmenin ön şart olduğu günlerde aldığı ödülü kaldırırken "Yalnız ve güzel ülkeme" diyen bir yönetmen vardı hani, gönlümüzü fethetmişti... O yönetmenin, o filminin başrol oyuncusu Yavuz Bingöl de basmış imzayı Ermeni bildirisine, o da vurmuş hançeri yalnız ve güzel ülkemizin sırtına... Yakışır!...

Daha ister misiniz?

Ezik, aldatılmış erkek şiirlerinin ağlak şairi, romantik prensimiz Cezmi Ersöz, "solcu kızlar çirkin olur" önyargısını güzelliğiyle yıksa da, yazdıkları ve söyledikleriyle çirkin yoldaşlarının bir adım ötesine geçemeyen Ece Temelkuran, Türk milletinden ilgi ve sevgiden başka bir şey görmeyen, ancak eş durumundan listeye katılan Hale Soygazi, cinsel tercihi ve etnik kökeni nedeniyle bu listenin olmazsa olmazı Murathan Mungan, son yıllarda sıkı ulusalcı kesilen, hatta kürt düşmanı yazılar bile yazan, ama kazıdıkça altından hep başka bir şeyler çıkan Mine G. Kırıkkanat, AKP'ye iş attıkça, göz süzdükçe daha da popüler olan, televizyonlarda boy göstererek ikinci baharını yaşayan emekli sosyalist Oral Çalışlar, düşünce ve üslûp fukarası mutsuz kadın Gürcü Perihan Mağden, PKK bombacısı, çocuk katili Pınar Selek, dünün Apocusu, bugünün Barzanicisi, ama her devrin olmazsa olmaz tescilli bölücüsü kürt Şerafettin Elçi, aşk çocuğu Tuna Kiremitçi, ABD'nin paralı askerleri içinde belki de rütbesi en yükseklerden biri olan Yasemin Çongar... Falan filan...

Yalnız, kanca ermeni olanların adını göremedim listede. Ah Etyen, gör bak bizim ermeniler sizinkileri bile geçti. "Bu Türkler adam olmaz" diyen babana hak veriyor musun hâlâ, Agos gazetesindeki odanda bugün Türkler'in nesine küfretsem diye düşünürken. Agos demişken, Hrant'ın da ruhu şâd olmuştur eminim.

Bildiri metniyle ilgili söyleyecek pek sözüm yok. Yalnız "Ermeni kardeşlerimin..." bölümüne takıldım ben. "Kardeş" sözcüğü ağır bir sözcüktür, insanın yüreğinde sızıya neden olur söylerken bile. Siz sandığımız kadar da duygusuz yaratıklar değilmişsiniz meğerse. Bu milletin fertlerine bir gün olsun "kardeşlerim" demediniz ancak, ermeni için bile olsa bunu diyebilmeniz duygulandırdı beni doğrusu. Kendi milletinizi sevmeden, onların değerlerine sürekli saldırırken, başka milletlerle kardeş olabilmenin, onları kucaklamanın adı hümanizm mi, yoksa başka bir şey mi?

Bizim de Azerbaycan topraklarında, Karabağ denen bir yerde kardeşlerimiz vardı biliyor musunuz? Ee sonra ne oldu onlara demeyin, ben ne desem inanmazsınız zaten de, sizin Google'a bir sorun en azından; "Hocali Katliamı" diye, "Karabağ Katliamı" diye, ya da "26 Şubat 1992" diye...

İşte tam bunları düşünürken özürcülerden birine rastladım televizyonda. Devleti dolandırmaktan hüküm giymiş bir güvenilir gazetecinin tartışma programında bildirinin destekçileriyle karşıtları tartışıyordu. O kadar sevecen, o kadar tatlı tatlı konuşuyorlar ki başta, “Bi kabul edin be” diyorlar, “Soykırım lafını bu kadar gözünüzde büyütmeyin, olabilir yani” diyor biri, “Millet suçlu olmaz, devlet suçlu olur” diyorlar, sonra “Devlet bile suçlu olmaz İttihatçılar suçlu olur, bu bizi devlet olarak bağlamaz ki” diyorlar, “Hadi be hacı, kabul et gitsin” der gibi ağzımızın içine bakıyorlar. Öyle sevecenler ki, yüzlerce yıl kendilerini bağrına basmış, yurtlarını, topraklarını kendileriyle paylaşmış Anadolu Türkleri’nin bir sabah kapısını çalan Hınçak-Taşnak militanları kadar. Aynı kapıyı açtırabilmek için Kıbrıs’ta bozuk şivesiyle tatlı tatlı konuşan Rum EOKA’cılar gibi. O kadar sevecenler ki... O kadar eminim yani o kapı açılınca suratlarının birden değişeceğine, ağızlarından tükürükler saça saça o Türkler’in kurşuna dizileceklerine, evlerinin yakılacağına, kadınlarının ırzına geçileceğine...

Emekli diplomatlar, aklı başında siyaset adamları durumu anlatmaya çalıştıkça, “banane banane” diye sızlanan şımarık çocuklar gibi bizimkiler. “Bu yaptığınız Türkiye’yi uluslar arası kamuoyunda zor duruma düşürür. Diasporanın iddialarını haklı gösterir. Elimizi güçsüzleştirir” deyince, “Olur mu öyle şey, bizi duyanlar ‘Vicdanlı Türkler de varmış’ diyorlar” diye seviniyor emekli sosyalist. Kendilerini yabancıların nasıl yorumladıkları etraflıca anlatılınca da “Orasıyla ben ilgilenmem. Ben siyaset kısmıyla ilgilenmem. Ben sâde vatandaş olarak bundan rahatsız oluyorum ve özür diliyorum. Yabancıların, ermenilerin bu konuda ne düşündükleri başka bir mesele” diye kendini işin içinden çıkartıyor bir yılan kıvraklığıyla. Sen, ona buna yaranacağım, beni daha çok sevecekler diye milletini zor durumda bırakacaksın, devletine, milletine düşman dâvâların siyasetçilerine koz vereceksin, sonra da siyaset beni ilgilendirmiyor diye işin içinden sıyrılacak, sonra da utanmadan kendine aydın diyeceksin. Pes!...

Başka biri de “Ermeniler Medz Yeğern (Büyük Felâket) diyorlar, siz soykırım diyorsunuz. Konuları büyütüyor, Ermeniler’i bize kötü göstermeye çalışıyorsunuz.” diyor. Herhalde “Onlar bizi çok seviyorlar!” diye de devam etmiştir bu “aydın” ama ben daha fazla katlanamadım, kapattım.

Bir sonraki gece, daha düzgün, temiz ve daha milli bir ortamdaki bir oturumda özürcülerden birine rastladım yine televizyonda: Yalnız, güzel ve fazlaca saf ülkemizin okutup, tepesine çıkardığı, bir de üstüne üstlük profesör yapıp çocuklarının zihnini, kişiliğini (dolayısıyla da şerefini) emanet ettiği bir mankurt. Yayına telefonla bağlanan bir vatandaş, Azerbaycan-Ermenistan çatışmalarında savaştığını, Ermeniler'in gösterdiği vahşeti, katliamları, cinayetleri, işkenceleri, kadınlara ettikleri tecavüzleri anlatırken Profesör Mankurt hırladı birden: "Madem o kadar kahramandınız, savaşı neden kaybettiniz?!" Sonra bu lafın üstüne çıkıp Ermeni kardeşlerine yapılanlardan, vicdandan, duyarlılıktan, adaletten, acılardan bahsedeceksin ha? Eh, ben sana daha ne diyeyim? Benim Türkçe'de bildiğim hiçbir küfür, hiçbir hakaret sözcüğü sizin kadar alçalamayacağı için susma hakkımı kullanıyorum. Olur ki ileride bir gün sizin bu alçaklığınızı karşılayabilecek sözcüğü öğrenirim, karşınıza geçip ağzımı doldura doldura söylerim suratınıza. Borcum olsun şimdilik Profesör!

Neyse, özür de bir erdemdir. Biz Türkler de her ne kadar size yaranamasak da erdemli, efendi, naif insanlarızdır. Düşündüm taşındım, ben de özür dilemeye karar verdim. Sizden, insanlıktan... Milletim adına.

Dedim ya başta, biz Türkler efendi, naif insanlarızdır diye. Önce bunun için özür dilemek gerekir herhalde. Tarihin çok eski zamanlarımızda atalarımız bizim gibi yufka yürekli insanlar değillermiş aslında. Bir fitne zuhur etti mi, atalarımız kervanı düzer, atlara atlar, akına çıkar, taş üstünde taş, baş üstünde baş koymaz, adam, kadın, genç, yaşlı, çocuk ayırmadan öldürür, yakar, yıkar, kafataslarından tepecikler, tepeler oluşturur, sonra onları da yakar ve fitneyi tamamen ortadan kaldırırlarmış. Geride kendilerine düşman olarak yetişecek nesiller de kalmazmış bu sayede. Biz ise şu Anadolu'ya geleli beri bir değiştik, bir haller oldu bize. Başka başka milletlerle karıştık da kendi öz dâvâlarımızı unuttuk. Düşmana merhamet göstermek diye de bir hastalığa yakalandık ki sormayın gitsin. Bin yıldır öldürmüyor da güldürmüyor da bizi bu dert. Biz barbar atalarımıza lâyık olamadıkça da bizim efendiliğimizden, bizim lütfumuzla adam gibi yaşayanların böyle bitleri kanlanıyor da kendilerini nimetten sayıyorlar. Özür dileriz!

Bin yıl kadar önce biz güzelim Orta Asya bozkırlarından kopup gelip, bir de burada size makam-mevki verip, emperyalistlerin elinde oyuncak olmanızı uzun bir süre önlediğimiz için de özür dileriz! (Siz gene gidip buldunuz onları gerçi, ancak bizim hâkimiyetimiz altında değilsiniz şu anda, her türlü aşna fişnenizi gönül rahatlığıyla yapabilirsiniz. Batılı genç ve paralı sevgilinizle bizi aldattığınızı, nazire yaptığınızı sanıyorsunuz ama o genç, yakışıklı oğlanın içkinize ilacı atıp sizi kündeye getirmesi yakındır.)

Türkler Anadolu’ya geldiklerinde Anadolu’da dağınık halde yaşayan halklar güçlü bir merkezi birliğe sahip olmadıkları için her saldıranın elinde telef oluyorlar, Türkler’in bir kez ayak bastığı yerlerde ise hep barış ve huzur hâkim oluyor. Bu nedenle Bizans tekfurlarının zulmünden perişan olan gayrimüslimler bile ya kaçıp Türkler’in adaletine sığınıyorlar, ya da Türkler’in gelip kendilerini de kurtarması için dualar ediyorlardı. Türkler de tabii boş durmuyor, Bursa-İstanbul senin, Mısır-Bağdat benim gidiyorlar, savaşıp alıyorlardı. Bu şekilde önce Selçuklu, sonra da Osmanlı’yla Anadolu, Balkanlar, Kafkasya ve hatta Ortadoğu Türkler’in hâkimiyetine geçiyor, büyük bir imparatorluk kuruluyordu.

İşte o imparatorluk sayesindedir ki Anadolu’nun sefil ve perişan halkları deyim yerindeyse “adam oluyor”, hem dünyanın bu en tehlikeli coğrafyasında yaşamalarına rağmen güvenlikleri sağlanıyor, hem de devlet yönetiminde önemli görevler alıyor, imparatorluk içinde kendi imparatorluklarını kuruyorlardı. Bunların içinden özellikle Ermeniler birçok sadrazam ve paşa çıkardıkları gibi devlet içinde en önemli makamlarda yer bulmuş, ticaret hayatında da kilit noktaları ele geçirmişlerdi.

Ermeniler el üstünde tutulup, devletin kaymağını yedikçe “Millet-i sâdıka”, devleti kuran Türkler ise “etrak-ı bi-idrak” olmuş, “eşek Türk” olmuş sonra. Devlet sıkıntıya düştükçe Türkler cepheye sürülmüş, ölmüş, ölmüş, kalanları da ermeni, Rum, Arnavut âyânların ağır vergi yükleri ve zulümleri altında inim inim inlemiş, gene devlet tehlikeye düştüğünde savaşa çağrılıp, ölebilirlerse kurtulmuşlar. Ermenilerse askerlik yapmadıkça büyümüş, sarayda ve ticarette kilit noktaları da kaptıkça iyice semirmişler, Türkler’in kanıyla kazanılan ve korunan topraklarda Türk’e beylik etmiş, ona “eşek Türk” diye ad takmışlardı. Emperyalistler gelinceyse hangi safı seçtikleri, sonra yaşananlar mâlûm. Osmanlı’nın sırtına hançeri ilk saplayan “millet-i sâdıka” olurken, yurt uğruna ölmek yine “etrak-ı bi-idrak” Türkler’e düşmüş, Çanakkale’de, Anadolu’da, Galiçya’da, Balkanlar’da yüzer yüzer, biner biner ölüp yine toprağı kanlarıyla beslemişler ve Anadolu’yu yeniden vatan yapmışlar.

Asıl bunun için kocaman bir özür dilemek gerek Ermeniler’den. Özür dileriz sizi bu kadar koruduğumuz, kolladığımız, başımızın üstünde yer edip, tepemize etmenize izin verdiğimiz, sizi bunca şımarttığımız ve böylece sağlıksız gelişmenize neden olduğumuz için. El bebek gül bebek büyütülmüş zengin çocuklarının babasına artistlik yapıp evi terkettikten sonra sersefil kalmış haline benziyorsunuz. Sizi yaşamın gerçekleriyle daha evvel tanıştırmadığımız, pamuklara sarıp sakladığımız, böyle şımarık yetiştirdiğimiz için özür dileriz! Sizin çocuklarınız Enderun’da “büyük adam” olmak için okuyacaklarına, aynı sıralarda doğunun bir ucundan batının bir ucuna kadar dünyanın her yerinde savaşıp ölen bizim çocuklarımızla beraber vuruşsalardı, savaşın, ölümün, yaşamın ne olduğunu öğrenip kanın, barutun kokusunu bilselerdi olmadık hayaller peşine düşmezler, hainlik etmeye girişmezlerdi belki.

Dönemin Ermeni Patriği Nerses "Şayet günümüze kadar Ermeni milleti, millet olarak korunduysa ve inancını, kilisesini, dilini, tarihi ve kültürel değerlerini koruyorsa, tüm bunlar Türk hükümetinin Ermeni milletine gösterdiği koruma, yardım ve hayırseverlik sayesindedir.” diyordu ya, ondan da özür dileriz.

“Tecavüzcüsüne âşık olmak” diye bir şey var sosyolojide: Stockholm sendromu. Kimi insanda da bunun tam tersi var: Kendisine yapılan büyük iyiliklerin altında ezilme ve zamanla bunu yapanlara kin besleme. Bunun psikolojide mutlaka daha afili bir karşılığı vardır, öğrenmek gerek. Ama yoksa kesinlikle “Ermeni sendromu” olmalı bu psikolojik durumun adı. Telif hakkı falan da istemem yemin ederim, Ermeniler’den dilediğim özür saysınlar, Ermeniler de sevinir hem, adımız psikoloji literatürüne geçti diye.

Ziyadesiyle uzattım, mutlaka biraz da sıktım ama soykırımla itham edilen milletin Cumhurbaşkanı’na da değinmeden ben bu yazıyı bitirmem. Beyefendi, başkanı olduğu “cumhur”u soykırımcılıkla itham eden bu kampanyaya bir itiraz getirmezken, Türkiye’de “her türlü görüşün açıkça tartışılmasının” devlet politikası olduğunu belirtmiş ve “komşularımızla ilişkilerimizi en iyi noktaya getirmek, tüm komşularımızla güven, istikrar temin etmek ve bütün bölgede refahın gerçekleşmesini temin etmek. Bunun yolu da buradan geçer" diyerek bir yerlere de selâmını yollamış.

Ancak aynı cumhurbaşkanı sadece 1-2 gün sonra soyunda ermenilik olduğunu iddia eden Milletvekili Canan Arıtman hanımefendiye karşı “Türkiye’de her türlü görüşün açıkça tartışılmasının” devlet politikası olduğunu unutmuş olacak ki, önce “ben Müslüman ve Türk’üm” diye gürledi, sonra da “ermenilik” iddiasını “iftira niteliğinde” görüp Canan hanıma dava açtı

Gerçi dava küçük bir tazminat bedeliyle açılmış. Biz, sanığı olduğu kayıp trilyon dâvâsından diğer sanıklar suçları sabit görülüp hapis cezaları alırken, dokunulmazlığı nedeniyle “yırtan”, sayın Cumhurbaşkanı’ndan daha büyük meblağlar istemesini beklerdik. Ne denli tok gözlü olduğunu göstererek bizi de utandırdı, hadi ondan da özür dileyelim başlamışken, battı balık yan gider!

Sayın Gül, Çankaya’ya ilk çıktığında, geçmişte “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözüyle ilgili ettiği ipe sapa gelmez laflara kızarak; “Hadi hepsini geçtim de, o köşkün koridorlarında gecenin bir yarısı Ata'nın tok sesi ve gurur dolu ifadesiyle "Ne mutlu Türk'üm diyene!" haykırışını duymaktan korkmuyor musun Abdullah?!” diye yazmıştım. Hay kalem tutan ellerimi eşek arısı soksun ki, adamın önce kulaklarında bir rahatsızlık başladı ki insan içine çıkamaz oldu, ondan sonra hayatında ilk kez “Ben Türk’üm!” diye haykırdı. Sayın Gül, sağolun, vârolun, en kötü günümüz böyle olsun, ancak 58 yaşınıza kadar neyseniz lütfen o olarak kalınız. Zira birileri size 70 milyonluk bir ülkeyi emanet etti ama bizim tarihine, kültürüne, asaletine âşık olduğumuz, her şeyden yüce bildiğimiz Türklüğü sizin elinize verip mundar etmeye zinhar niyetimiz yok. 58 yaşınıza kadar neyseniz lütfen o olarak kalınız.

Yeri gelmişken, Türk'e racon kesmeye kalkan ermeniye birkaç yıl önce hak ettiği cevabı veren Azeri Türkü Ramil Seferov'a da selâm olsun!

Ek: Yazıyı tamamladıktan birkaç saat sonra iki haber düştü ajanslara. İlki: Ermenistan-Türkiye milli maçı öncesinde “jest” yaparak ambleminden Ağrı Dağı'nı çıkaran Ermenistan Futbol Federasyonu, yeniden ortasında Ağrı Dağı bulunan amblemine döndü. İkincisi: Azerbaycan-ermenistan cephe hattının Azeri kesiminde hayvanlarını otlatan 55 yaşındaki Azeri köylüsü Asif Şeldiyev ermeni askerleri tarafından açılan ateşle şehit olmuş. Bununla birlikte 2008 yılı içinde ermenilerin ateşkes ihlalleri sonucu sınırda şehit ettikleri Türkler’in sayısı; 15’i Azerbaycan askeri, 3’ü sivil olmak üzere 18 olmuş. İşte bizim Karabağ'dan, Doğu Anadolu'dan tanıdığımız ermeni de tam olarak bu. Bunlar özürden değil, sopadan anlarlar, fırında diri diri yakılmaktan, kadınlarına-kızlarına tecavüz edilmesinden, hâmile kadınlarının karnının yarılıp, oradan çıkarılan çocuk ceninlerinin süngü ucunda sallandırılmasından anlarlar. (Hemen öyle kabarmayın, bunlar benim fantezilerimden değil, Ermeniler'in Doğu Anadolu'da ve Karabağ'da işledikleri insanlık suçlarından derlenmiştir. Empati dediniz ya, alın size empati! Yüreğiniz yeterse!...)

2 Ekim 2008 Perşembe

Milletine küsen Milliyetçi

Türk milletine, tarihine, kültürüne, uygarlığına âşık olan, Türk'ü seven, Türk birliğini arzulayan Türkler ard arda travmalar yaşıyorlar Türkiye'de. Çünkü sevdâlı oldukları halk mazoşist duygularla hep kendi felâketine oy veriyor.

Tarihte ihânetin karşılaşmadığımız biçimi yok. Ama bu sanki biraz başka yine de. Çünkü milletimiz gözü dönmüş bir biçimde "aşkla" koşuyor kendi sonuna. Türk milletinin milli kahramanı Denktaş'ı aşağılıyor, haddini bildiriyor ciğeri beş para etmezler. Tık yok! Türk çocukları dağlarda öldürülürken, Ankara'dakiler örgütle diyalog peşinde, Türkiye'yi bölecek, federasyona götürecek düzenlemelerle milli devleti dinamitliyor, bu işte de bir hayır görmeye çalışıyor bizimkiler. Kerkük'te Türkmen'in hâlinden zaten haberimiz yok da, Amerika'nın başımıza geçirdiği çuvalı sindiremezdi en azından bu millet diyorum, ama nerde?!

Biliyorum, hepimiz benzer duygular yaşıyoruz. Al bayrağa sarılı bir tabuta da milliyetçiliğimizi, bu millete karşı beslediğimiz ne kadar temiz, güzel his varsa koyup topraklara gömmek istiyoruz okuduğumuz/izlediğimiz haberlerden, sokakta, çevremizde karşılaştığımız insan portrelerinden sonra.

Ama yine de kara gözlü bir Türkmen kızını sever gibi sevmiyor muyuz bir şeyleri? Her ne durumda olursa olsun ailesinin, sevdiklerinin, okulunun, yaşadığı yerin, işyerinin, sosyal ortamının, anılarının, tanıdığı ve sevdiği insanların bulunduğu vatanı için kanının son damlasına kadar savaşmanın düşüncesi bile kanımızı kaynatmıyor mu? Bir fırsat bulmayagörelim, zafer marşlarıyla yüreklerini dolduranlar yine biz değil miyiz? "Kişiler ve milletler fedakârlıklarla yücelirler" diyor Atsız.

Milliyetçilik ülküsü, diğer ülkülerden biraz farklıdır. Ne olursa olsun milletini kucaklamayı, sahiplenmeyi öngörür. Bu nedenle karşınızdaki eğer Türk'se ona dışlayıcı, buyurgan, sert bir dille yaklaşmamalısınız. Çünkü Türkçülük, Türk milletinin milli ülküsüdür. Çünkü bizim bir tek Türk'ü bile kaybetme lüksümüz yok!

Evet, şu şartlar altında bile Türk'ü yeniden dünya ulusu yapmanın hayallerini kuracağız. Hayal kurmakla da kalmayacak, bunun kavgasını vereceğiz. İşimiz kolay mı? Hiç değil! Bugün AKP'yi kapatamayan Anayasa Mahkemesinin 6 üyesi 2 yıl içinde emekli olacak ve yenilerini "Ne Mutlu Türk'üm diyene" sözünü ilkellik olarak gördüğünü ifâde eden Cumhurbaşkanı ABD Gül atayacak. Direnen son kaleler de düşüyor tek tek... AKP'ye karşı duran sendikalarda, ekonomik birliklerde bile yönetimler bir bir el değiştiriyor. Muhalif isimlerin yerini "ılımlı" vazife adamları alıyor. Öyle bir güçten bahsediyoruz ki, kendisine muhalefet yapacak partilerin liderlerini bile artık onlar belirliyorlar. Ama n'apalım, talih bize de böylesini nasip etmiş. Pılımızı pırtımızı toplayıp gidelim mi?

İsrail'de erkekler 4, kadınlar 1 yıl zorunlu askerlik yapıyorlar. Bizim aslan parçalarıysa orda kadınların yaptığı kadar askerliği yapmamak için üniversitelere yazılıyorlar, açıköğretimlere gidiyorlar, teciller yaptırıyorlar. Sonra da İsrail Filistin'i vurduğunda "Kahrolsun Siyonizm!" diye slogan atmak, İsrail bayrağı yakmak için cami avlularına doluşup, birbirlerinin gazını alıp rahatlıyorlar. Ama o İsrail de dünyayı yönetiyor işte! Ne yapacağız? Başkalarının gelip bizi kurtarmasını mı bekleyeceğiz kahve ve minibüs köşelerinde ve hatta internet forumlarında ahkâm keserek?

Fâzıl'ın Türkiye'den öte gidecek yeri varmış, senin var mı Türkoğlu?!

Bu fotoğrafı ben çektim. Bizim köydeki mezarlıkta babaannemin mezarını ararken tesadüfen gözüme çarptı. 5 savaşa katılmış, ömrü cepheden cepheye koşmakla geçmiş bir ata kabri. Ne bir anıtın içinde, ne bir türbenin... İzbe bir köy mezarlığının bir köşesinde, çok normal, çok sıradan bir adam gibi yatıyor. Hangi şehir, hangi köy, önemli değil. Çünkü bu yurdun her köyünde böyle adamların kabirleri var bir köşede. Bizimki mezar taşına sahip olabilecek kadar şanslıymış da o sayede onu tanıyabildik, o kadar.

Bugün bizim kızdığımız, sövdüğümüz, ümit kestiğimiz insanlar da işte bu amcanın, bu ataların torunları...

Soydaşları katlediliyor diye adına yavru da olsa vatan deniyor diye ömrünce görmediği ve normal şartlarda da muhtemelen görmeyeceği Kıbrıs diye bir yer için askerlik şubelerinin önlerine doluşup "bizi de alın!" diye haykıran, kimisi giden, gidenlerden kimisi dönen, kimisi dönmeyen güzel adamları vardı bu memleketin. İşte o adamlar çocuklarını, torunlarını adam edemediler! Dinini öğrensin, imansız olmasın diye çocuklarını emanet ettikleri hocalar hem dinsiz, hem imansız, hem de şerefsiz yaptılar bu güzel adamların çocuklarını. Denktaş'ı kambur görecek torunlar yetişti. Atatürk'e dil uzatacak, millî kültürüne yabancı, Müslüman olmayı Arap'a benzemek sanan câhil, tıynetsiz bir sürü insan evlâdı... Ama yine de bize düşen engin gönüllülükle kızmadan, yorulmadan, usanmadan hayattaki yegâne vazifemizi görmek için çalışmak. Bize attığın yumruklar ameliyat masasında doktoruna karşı koyan hastanın refleksleri gibi belki. Bunca zaman zehirli gıdalarla beslenirsen olacağı bu değil miydi? Ama sana inat seni kurtaracağız Türk budun!

22 Temmuz travmasından artık yavaş yavaş çıkmamız gereken günlerdeyiz. Çıkamayanlar da olacaktır tabii. Doğa boşluk kabul etmez, biz yaradılış gâyemiz yolunda çalışmaya devam edeceğiz. Şanlı atalarımızdan milyonlarcası 5 bin yıldır yapılıp yapılabilecek bütün yiğitlikleri tükettiği için bize bir şey kalmadı, böyle kofti bir nesil oldu işte bizim nesil de. Yine de öz yurdunda garip, öz vatanında parya olarak, kendi yurdunda gurbetlik çekerek pişiyor bu nesil de. "Gurbet, hem acı hem tatlı mahsulleri olan bir büyüme sürecidir" demiş bir bilen, bizim de alnımıza böylesi yazılmış, n’apalım?

Yani sözün kısası kardeşlerim, Tayyip'miş, bilmem neymiş, gözünüzde bu kadar büyütmeyin. Bu topraklar üzerinde kötü emelleri olanlar hep bu toprakların içinden birilerini başımıza musallat edip uzaklardan keyifle izleme arzusundadırlar. Arada bir başarırlar, o zaman da böyle olur. Durum bundan ibaret. Biz bu dönemki piyonun bir Türk çocuğu olmadığına dua edelim ve gevşemeden, yorulmadan canla başla mücadeleye devam edelim.

Son söz, titreyip kendimize gelmemiz için, sözüne karşı duramayacağımız, tarihin hep haklı çıkardığı bir ulu Türk'ten; Atsız Ata'dan: "Irkî asaletimiz, enerjimiz ve insanlık meziyetlerimize dünya milletleri ve büyükleri hayran kalırken, bizim kendi milletimizi hiçe saymamız ve kendi kabiliyetlerimizden ümit kesmemiz eğer fena bir kasda makrunsa alçaklık, böyle bir niyete matuf olmadan inanılmış ise kör gözlü bir budalalıktır."

4 Eylül 2008 Perşembe

Dönmeyin Sayın Cumhurbaşkanı!

Zaten günlerdir nabız yoklandığı, kararın çoktan verildiği belliydi de biz yine de en azından T. C. Cumhurbaşkanlığı makamına bir parça saygımız kaldığından resmi açıklamayı bekleyelim dedik. Ve Cumhurbaşkanlığı dün akşam resmi açıklamayı yaptı: Cumhurbaşkanı Gül, Ermenistan-Türkiye maçı için Ermenistan'a gitme kararı aldı.

Öncelikle şunu iyice bir bilmek gerekir ki; maç falan işin bahanesidir. Bu Ermenistan ziyareti AKP'nin uzun süredir yapmak isteyip de bir türlü fırsatını bulamadığı Ermeni açılımlarını (!) yapmak için eline geçen fırsattır onların bakış açısına göre. Muhtemelen Gürcistan ve Osetya'da Rusya'dan sert bir yumruk yiyen ABD'nin baskıları da sıklaşmış ve "Sayın Cumhurbaşkanı"na Erivan yolları gözükmüştür. 7-8 gündür tartışılan meselede verilen kararın köşk tarafından bu kadar geç açıklanmasının tek gerekçesiyse ortamını hazırlamak, halk dilinde ifade etmek gerekirse ayak yapmaktır. Kaldı ki karar yalnızca Türk milletine bu kadar geç açıklanmıştır. Yoksa Erivan'a olumlu yanıt çoktan verilmiş, Türkiye'den Gül'ün güvenliğinden sorumlu bir grup Ermenistan'a çoktan gitmiştir bile.

Fazilet Partisi'nde Tayyip'in işaretiyle genel başkanlığa aday olmaktan, Tayyip siyasi yasaklıyken onun yerine hükümeti kurup emanetçi başbakanlık yapmaya, Çankaya'ya da Tayyip'e vekâleten çıkmaya kadar birçok önemli konuda Tayyip Erdoğan'ın elinin altındaki gizli santrfor gibi görev yapan Sayın Cumhurbaşkanı'nı Erivan konusunda da cepheye süren Tayyip mi acaba? AKP milletvekillerinin de Ermenistan'a gitmeyeceklerini açıklaması, Tayyip'in işi tamamen Sayın Cumhurbaşkanı'nın üzerine yıkmak istediğini, olası bir olumsuzluk durumunda risk almak istemediğini gösteriyor. Sizce Sayın Cumhurbaşkanı "Türkiye'nin Cumhurbaşkanı" olabildi mi, yoksa kendisini "AKP'nin Cumhurbaşkanı" olarak görenler biraz olsun haklı değil mi?

Unutulanları, bilinmesi gerekip de bilinmeyenleri, ya da bilmezden gelinenleri de yeniden kısaca da olsa anmak gerek. Ermenistan Devleti ve Ermeni halkının mayası Türk düşmanlığıyla yoğrulmuş, "Ermeni" kimliğinin oluşumunda da "Türk düşmanlığı" en büyük etkenlerden biri olmuştur. Bugünkü Ermenistan Devleti; Türkler'in 1915'te Ermeniler'e soykırım yaptığını iddia etmekte, bunu batılı ülkeler başta olmak üzere birçok ülkeye kabul ettirmek için lobilerini kullanmakta ve girişimlerde bulunmakta, bunların önemli bir kısmında da başarılı olmakta ve Türkiye'den uzun vadede toprak ve tazminat koparma amacı gütmektedir. Bunun üstüne bir de Ermeni terör örgütü ASALA 70'lerden 80'lerin ortasına dek silahlı, bombalı 100'ün üzerinde terör eylemi gerçekleştirmiş ve 42 diplomatımızı öldürmüştür. Bu katillerin daha sonra Ermenistan'da milli kahraman ilan edildiklerini, milletvekili, hatta bakan bile olabildiklerini de hatırlatalım.

Ve en yakın, canımızı en çok yakan hadise; Ermeniler'in Azeri Türkleri'yle olan çatışmaları ve Azerbaycan'a bağlı Karabağ'ı işgal etmesi. Ermeniler'in Rus desteğiyle yaptığı "Hocalı Katliamı"yla ilgili yabancı bir gazeteci şunları yazıyor: "Ermeniler vahşetin her türlüsünü sanki ibret olsun, örnek olsun diye yapmışlardı. İhtiyar dedelerin, yaşlı anaların yüzleri jiletlerle doğranmış, genç kadınların göğüsleri peynir gibi kesilmiş, bebeklerin kafa derileri yüzülmüştü. Hocalı ile Agdam arasındaki 12 kilometrelik orman boyunca cesetler dizilmişti."

Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu nedenlerden ötürü Ermenistan'la kurulduğundan beri diplomatik ilişki kurmamış, ticaret kapılarını dahi kapatmıştır. Şimdi yıllar sonra bir T. C. Cumhurbaşkanı kalkıp ben Ermenistan'a gideceğim diyorsa kalkıp bize adamakıllı bir açıklama yapması gerek. Türkiye'nin Ermenistan'la ilgili kesin çizgilerle belirlenmiş devlet politikası; Ermeniler işgal ettikleri topraklardan çekilmedikçe ve soykırım safsatalarını sürekli gündeme getirmekten vazgeçmedikçe sınırın açılmayacağı idi. Ne oldu şimdi? Bu kırmızı çizgiler de Irak'takilere mi döndü? Ya da Kıbrıs'takilere?... Biz de bu AKP’yi biraz tanıyorsak bu iş maç ziyareti diye başlar, taa nerelere kadar gider...

Kimse maç falan diye meseleyi küçültmeye kalkmasın. Mesele, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihinde ilk kez Ermenistan’a bir resmi ziyaret gerçekleştirmesi, üstelik bunu en üst makamdan yapması meselesidir. Siz bize katil de deseniz, barbar, soykırımcı da deseniz biz yine de sizinle ilişki içinde olacağız, dediğiniz her şeyi yutacağız demektir! Avrupa’da önünüze bir kez daha sözde Ermeni soykırımı iddiaları konulduğunda şiddetle karşı çıkabilecek misiniz? “Bize kızıyorsunuz ama bu adamlarla aynı sofrada oturuyor, dostluk mesajları veriyorsunuz” derlerse ne cevap vereceksiniz? KKTC halkını Annan Planı’na evet demeye zorladınız, Birleşmiş Milletler’de Kıbrıs Türk halkının artık bağımsızlık ve tanınma talebi olmadığı, bunu da Annan Planı’na evet diyerek açıkça ortaya koyduğu konuşuldu. Şimdiki “dostluk iklimi” projeniz de “Türkler, Ermeniler’in dediklerine karşı çıkmıyorlar, aksine dostluk iklimi peşinde koşturuyorlar, demek ki Ermeniler haklı” diye yorumlansa ne diyeceksiniz?!

Hem neden ilk adım hep bize düşüyor? Diyaloğa asıl muhtaç olan Türkiye mi, yoksa Ermenistan mı? Türkiye ticaret için kapılarını açmadıkça günbegün açlıktan kırılan Ermenistan'ın mı diyaloğa ihtiyacı var, yoksa bu işten AB'den kuru bir aferin almak dışında hiçbir kazancı olmayacak olan Türkiye'nin mi? Ama ipler sizin elinizde olmayınca, dışarıdan icazetle ülke yönetmeye başlayınca işler değişiyor tabii. Yoksa ne bu eziklik Sayın Cumhurbaşkanı? Ne bu hep ilk veren olma hevesi, ne bu her tokat atana öbür yanağını dönmekten çılgınca zevk alma sadistliği! Farkında mısınız bilmiyorum ama dışarıdan size bakınca "Ben de üniversite mezunuyum, ben de Bizans çocuğuyum, beni de alın aranıza" diye söylene söylene kendinden büyük gördüğü herkese yaranmaya çalışan, etrafa gülücükler saçan, rahatsız, yetersiz, karakterini oluşturamamış, sosyal gelişimini tamamlayamamış, kendini toplum içinde bir yere oturtamamış bir "Burhan Altıntop prototipi" görülüyor sizde ve yol arkadaşlarınızda batılılara karşı.

Siz bazen kendinizi Vatandaş Abdullah, Dini bütün Abdullah ya da Alçakgönüllü Abdullah olarak hissedebilirsiniz. İnsan doğasına özgü şeyler. Ancak bir devletin cumhurbaşkanlığı makamında oturuyorsanız yaptıklarınız sizi değil başında olduğunuz devleti ve o devletle kişilik bulan milleti temsil eder. Bu yüzden siz Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı sıfatını taşıdığınız halde mesela bütün protokol kurallarını çiğneyip kalkıp bir otele, Arap kralının ayağına giderseniz size “Mütevazı Abdullah” demezler, "Türk devletinin düştüğü hale bak" derler.

Sözkonusu ülkeye gidileceğinin açıklandığı resmi metindeki ifadeler de bir başka âlem:

''Anılan maç, sportif bir karşılaşmanın ötesinde, önemli fırsatlar sunan bir anlam taşımaktadır." Fırsat mı dediniz? Siz Kıbrıs Türkü'nü tarihten silecek, devletlerini Rum'a peşkeş çekecek Annan Planı için de böyle dememiş miydiniz? Ya da ABD'nin Irak'a girmesi için de... Siz her "fırsat" dediğinizde bu milletin yüreği ağzına geliyor Sayın Cumhurbaşkanı, yapmayın.

"Bu maç vesilesiyle yapılacak bir ziyaretin bölgede yeni bir dostluk ikliminin oluşmasına da katkıda bulunabileceği düşünülmektedir. Sayın Cumhurbaşkanımız bu anlayışla daveti kabul etmiştir. Söz konusu maçın ortak tarihi olan iki halkın yakınlaşmasının önünü tıkayan unsurların ortadan kaldırılmasına ve yeni bir zemin hazırlanmasına vesile teşkil edeceğine inanılmaktadır. Bu ziyaretin iki ülke halklarının birbirlerini daha iyi anlamaları için bir fırsat oluşturacağı ümit edilmektedir.'' Vay vay vay! Ne maçmış yahu Allah aşkına? Asırlık Ermeni hıncını ortadan kaldıracak formül meğerse 90 dakikalık bir maçmış! Ne anlatayım ki şimdi ben buna? Birisinin sizi, sizin iyiliğiniz için iki omzunuzdan da sıkıca kavrayıp deli gibi sarsması gerek Sayın Cumhurbaşkanı! Gerçi biz sizin arabuluculuğa, ABD ve İsrail’in ayakçılığına aktif dış politika dediğin zamanları da biliriz ya, neyse...

Peki Ermenistan'ın dört bir yanındaki Türk düşmanlığı saçan sözde soykırım anıtlarını da ziyaret edecek misiniz Sayın Cumhurbaşkanı? Hadi etmediniz diyelim maçta Ermeniler'in açtıkları pankartları okumayacak mısınız, ettikleri sövgüleri duymayacak mısınız? Onları da duymadınız hadi, Sarkasyan'la görüşeceğiniz yerde, resmi konut mu olur, saray mı olur her neyse, Ermenistan Devlet Arması dikkatinizi çekmeyecek mi? Hani ortasında şu tamamı Türkiye sınırları içinde bulunan bizim güzel Ağrı Dağımızın bulunduğu Ermenistan Devlet Arması!

Peki Azerbaycan ne olacak? İş ticari ilişkiler kurmaya, ihale kapmaya gelince kuyruğunuza yandaş iş adamlarını da takıp yollarına düştüğünüz, kardeşlik edebiyatı yaptığınız diğer bütün Türk yurtları ne olacak? Yalnızca akçalı işlerde aklınıza gelen "Bir millet iki devlet" sloganına ne olacak? Türk kurultaylarına da el atıp objektifler karşısında dövdüğünüz demirler ne olacak?! Sizin gibi gençleri Karabağ'da, Urumçi'de, Telafer'de de görmek isteriz Sayın Cumhurbaşkanı! Kardeş katilleriyle oluşturmaya çalıştığınız "dostluk iklimi"ni tutsak ve sürgün Türkler'le de oluşturmanızı dileriz.

Sözün özü; gidecekseniz gidin, ama lütfen geri dönmeyin Sayın Cumhurbaşkanı! Bize okullarda öğretilen Coğrafya, iklim değişikliklerinin en az 50-100 yıl arası gibi süre gerektirdiğini söylüyordu. Siz de lütfen o dostluk iklimini tam anlamıyla oturtup, meyvelerini devşirmeden dönmeyin. 50 yıl, 100 yıl, hiç önemli değil, biz bağrımıza taş basar, bekleriz sizi!

Son tahlilde cumartesiye yönelik de konuşmak gerekirse; Türkiye, Ermenistan'ı sahada yener. Tüm yurdu bir sevinç dalgası sarar. Hele yendiğimiz ülkenin Ermenistan olması bizi daha da coşturur. Zaten gözlerimizi kör edecek her şeye büyük bir açlıkla, hevesle yöneliyoruz. Futbol da bu işi en iyi gören araçlardan. Biz bu zafere (!) sevineduralım, Erivan’da, Brüksel'de, Washington’da birileri sevinçle, heyecanla ellerini ovuşturur "Asıl maçı biz kazandık" diye!...

Son olarak, ben başka türlü başlamıştım ama yine size mektuba dönüştü bu yazım da. Madem öyle oldu, âdettendir mektupları iyi dileklerle bitirmek. O zaman biz de son söz olarak daha 15 yaşında iki koldan ticarete atılan ve patron olan oğlunuza ticaret yaşamında başarılar dileriz. Ha bir de size şu kayıp trilyon davasında başarılar dileriz. Umarım en kısa zamanda "ak"lanır ve şaibesiz bir cumhurbaşkanı olarak görevinize devam edersiniz. O davadan olumsuz bir sonuç çıkar da âdetiniz olduğu üzere o davayı da AİHM'e götürür, lütfuyla Çankaya'da oturduğunuz Türk yargısını bir kez daha Avrupa'ya şikâyet ederseniz, eh ne diyelim, gene başarılar dileriz!

Not: Bir önceki yazımı yazdığımda Çankaya'ya yeni çıkmıştınız. Cumhurbaşkanlığı döneminizi değil o güne kadarki çalışmalarınızı incelediğimden, o devirlerde de üzerinizde saygı duymamızı gerektirecek "Devlet Başkanlığı" unvanı olmadığı gibi kişiliğinizde ve yaptıklarınızda da bu saygıyı hak edecek bir şey göremediğimden o yazımda sizden "Abd. Gül" diye bahsetmiştim. Bu yazıda karşımızda kurucusu ve vatandaşı olduğumuz, vatandaşlık bağından daha özge bir bağla, kan bağıyla bağlı olduğumuz devletin cumhurbaşkanı olduğunuz için "Sayın Cumhurbaşkanı" ifadesini kullanmayı daha doğru buldum. Bir gün eğer gerçekten siz hangi cumhurun başkanı olduğunuzu anlar ve ona göre davranmaya başlarsanız biz de sizin için söylerken bize de soğuk gelen "Sayın Cumhurbaşkanı" ifadesi yerine "Sayın Cumhurbaşkanım/Cumhurbaşkanımız" ifadesini kullanmaktan sevinç duyarız.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti (1923-2008) Ruhuna El-Fâtiha!


Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti
(1923-2008)
Ruhuna El-Fâtiha!


"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemâl gibi lider getirir."
Atatürk'ün ölümünden sonra
Tahran Gazetesinde yayınlanan bir şiirden, 1938


“Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz, laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye’yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkarılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan, şeriat devletinin kurulması için çalışacağıma, dinim, Allah’ım ve bütün mukaddesatım üzerine yemine kasem ederim."
Recep Tayyip Erdoğan, 90’lı yıllar

Hukukçu olmayan Anayasa Mahkemesi Başkanının[1] kameraların karşısına geçip okuduğu şey bir Anayasa Mahkemesi kararı değildi sadece, "Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti"nin salâsını okudu muhterem! Bugün Tayyip Erdoğan'ın anıtlaştığı gündür. Özal'ın Anayasa Mahkemesi'ne yerleştirdiği İktisatçı, Tayyip'e 3 Kasım'dan da, 27 Nisan'dan da, 22 Temmuz'dan da daha büyük bir zafer armağan etti. Bugün Adnan Menderes'in tarihe karıştığı, Tayyip Erdoğan'ın anıtlaştığı gündür. Üzülerek belirtmek gerekir ki; Tayyip artık bir yaşayan efsanedir.

11 Anayasa Mahkemesi üyesinden 10'u AKP'yi "lâikliğe aykırı fiillerin odağı" ilân etti ama demokrasi böyle bir şey ki AKP kapatılamadı. Mahkemenin 6 üyesi "Kapatılsın", 4'ü "Lâikliğe aykırı fiillerin odağı olduğu için para cezasına çarptırılsın", 1 üyesi de "Dava reddedilsin" dedi. Böyle bakınca da "Kapatılsın" diyenler gene hepsinden fazla. Ama ilginç bir hesap yöntemiyle gene de 4 oy alan "Lâikliğe aykırı fiillerin odağı olduğu için para cezasına çarptırılsın" seçeneği uygulanıyor. Garip... Hadi yüzde hesabından iyi anlarsınız ona göre çevirelim desem, %54’ü kapatılsın demiş Anayasa Mahkemesi üyelerinin, gene kapatılamamış. "Hani, nerde demokraaassi" diye köşe bucak bağıra çağıra arayasım var ama aklım ermedi gitti bu merete de zaten oldum olası...

Milletvekillerinden doğum gününde hediye olarak tam destek ve bağlılık yemini (Millete değil, Tayyip'e bağlılık yemini ediyor beyefendiler), bakanlardan daha göreve başladıkları gün istifa dilekçesi (Tayyip lüzumlu gördüğü zaman işleme koysun diye) alan bir aslan parçasının "hukukun pençesinden hukuksuzca kurtulması" demokrasi bayramı olarak kutlanıyor. Herkesin dilinde bu martaval; demokrasi kazanmış! Ah kuzucuklarım ah, iyi sit-com olur sizden.

Askeri savcının AKP'nin kapatılmaması yönünde oy kullanması da önemlidir. Savcı bey "Hazine yardımının kesilmesi" değil de "AKP'nin kapatılması" yönünde oy kullansaydı bugün AKP kapatılmış olacaktı. Tayyip’i asıl efsâneleştiren de budur. Artık Tayyip birilerinin gözünde “Ordu’yu da hizâya getiren adam”dır. E-muhtıraya rağmen yerinde durma, 22 Temmuz zaferi ve üzerine yine e-muhtıraya rağmen Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtma ve çeşitli safhalarıyla Ergenekon operasyonu; Tayyip’in Ordu’ya karşı kazandığı “zafer”lerden.

AKP’nin kapatılacağı yönünde esen rüzgârlar neler oldu bittiyse son haftalarda yön değiştirmişti zaten. Yoksa partinin kapatılmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Tayyip ve diğer bazen “söz dinlemeyen” AKP’liler sistemin dışına itilecek, Ali Babacan gibi siyâsî nitelikten ve hitâbetten uzak, karizmasız bir genel başkanla, ancak mağduriyet edebiyatı ve propaganda bombardımanıyla yeniden parlatılmış turuncu devrim partisi yeni ve çok daha kuvvetli bir rüzgârla vâzife başına getirilecekti.

Ama dedik ya, atmosfer değişti son haftalarda. Muhtemelen hiçbir zaman iç yüzüne vâkıf olamayacağımız pazarlıklar yapıldı ve ABD yoluna Tayyip’le devam etme kararı aldı. Eninde sonunda ABD’ye hizmet etse de arada kendince sivri çıkışlarda bulunan Tayyip tekrar uslu bir çocuk olmaya söz verdi ve dost ülke ABD de onu “deliğe süpürmekten” vazgeçti ya da bunu bir süre erteledi. Bu pazarlıkta ne tâvizlerin verildiğini zaman gösterdikçe kestirebileceğiz. Ha bu arada, kapatma davasını 3 ay içinde sonuca bağlayan süper hukuk adamlarımızı artık şu Ergenekon zulmüne de bir el atmaya çağırıyoruz.

Kararın, gönlünü ve nâmusunu AKP’ye kaptırmamış Türkler’de 22 Temmuz benzeri bir travma yaratması kaçınılmaz gözüküyor. Askerler, seçim ve hukukçular aracılığıyla üst üste 3 gol yedik çünkü. Artık AKP’nin yenilmez olduğu hissi güçlenecek ve bu ciddi bir karamsarlığa, metal yorgunluğuna, hatta boşvermişliğe yol açacaktır. Bu maalesef kaçınılmaz. Oysa o savcılar 6 yıldır oradaydılar ve AKP'ye ancak 6 yıl sonra ses çıkardılar. Bir anda ne oldu da bu adamlardan bu kadar çok şey bekledik ki biz? Ayrıca dâvânın lâiklik üzerinden yürümesinin yanlışlığını da yazmıştık daha önce. Ülkenin sınırlarını değiştirme iddiasındaki BOP'ta aktif görev almak, bu hususta yabancılarla kayıt dışı anlaşmak kapatılma için yeter sebep değil mi de başka nedenler aranıyor?

22 Temmuz sonrası en fazla 15 yıl biçiyordum devletime, aradan 1 sene geçti ve maalesef geriye dönüp baktığımda diyebileceğim tek şey: “Kaldı 14!”

Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin 3 temel projesi vardı: Uluslaşma, modernleşme, ve demokratikleşme. Bugün 3’ünün de hâl-i pür melâli ortadadır. İleride belki güzel bir şeyler olur da, uzun uzadıya açıklayacak hevesi, morali buluruz kendimizde.

Artık söyleye söyleye ne sözümüzün kıymeti kaldı, ne de bizde tekrar söyleyecek takat. Son zamanlarda âdet edindiğimiz üzere son satırlarımızda sözü yine bazı mümtaz şahsiyetlere bırakıyoruz ki, bizim uzun uzadıya söyleyerek anlatamayacaklarımızı onlar birer sözleriyle anlatsınlar diye:

Talabani'nin Partisi KYB'nin Sözcüsü Azad Jindyani: "Erdoğan hükümetinin dış politikasında cesur ve kararlı olduğu konusunda kuşku yok."

Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk: ''Kendimi çok rahatlamış hissediyorum''

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk: ''Anayasa Mahkemesi demokrasi açısından önemli bir sınav verdi''

En güzelini en sona sakladım yine. Kim olduğunu bilmiyorum kusura bakmayın, mâlûm akça pakça bir sürü genç gazeteci türedi yeni dönemde basınımızda. Eleman, Yunanlı gazeteci arkadaşının AKP'ye açılan kapatma davası için "Kıbrıs'taki Türk askeri varlığına üzüldüğümden daha çok üzüldüm" dediğini aktarıyor. Bunu AKP’yi yermek değil, övmek için söylüyor üstelik. Yanındakiler de üzüntüsünü paylaşıyorlar Yunanlı ve Türkiyeli gazetecinin, kederle ve endişeli bir şekilde başlarını sallıyorlar onaylar biçimde. Merdi Kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş ya, aynen öyle.

E müsaade ederseniz son söz bizim olsun bâri: Türk Irkının AKP ile dâvâsı bitmemiştir!

Tanrı Türk’ü asıl şimdi korusun.

[1] Haşim Kılıç, Hukuk değil İktisat mezunudur. Eskişehir İktisadi ve İdari Bilimler Akademisi 1972 mezunu olan Kılıç, 5 yıl Sayıştay üyeliği yaptıktan sonra 1990 yılında Özal tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildi. Anayasa’yı bir kere delmekle bir şey olmayan o güzel günler işte… Hatta sonrasında Anayasa Mahkemesi bu hukuksuz yasayı iptal etti, ancak “kazanılan hakların geriye yürümeyeceği” karinesine istinâden Haşim Kılıç ve bir diğer gayrı-hukukçu Sacit Adalı koltuklarından kaldırılmadı ve hâlen oturmaktalar. Hiçbir Hukuk formasyonu olmayan Kılıç, 2007 yılında da Anayasa Mahkemesi Başkanlığı koltuğuna oturdu. Bir zamanlar ekilen tohumların fidanları henüz görülüyor.